Gözlerini açtı. Gördüğü sadece tavandı. Kısa bir uyku olmuştu onun için. Fakat beklenmedik bir şey değildi bu. Önceki gece geç saate kadar barda kalmış, gereğinden fazla içmişti, üstelik yalnızdı da. Eve döndüğünde başı daha önce hiç ağrımadığı kadar çok ağrıyordu. Akşam neler olduğunu hayal meyal hatırlıyordu. Çok fazla merak etmiyordu da.
Tavana bakmaya devam etti. Belki de kimsenin göremeyeceği kadar uzaklarda, insanların ürettiği uzaklık ölçü birimlerinin tarif edemeyeceği kadar uzaklarda bir ufuk çizgisi gördüğünü sandı. Sonra yalnızca sandığını sandı ve yataktan kalktı. Son on iki gündür kahvaltı yapmamayı alışkanlık haline getirmişti. Kahvaltı yapmak yerine yalnızca dolaptaki ucuz biralardan birini açıyor ve yanında tam dört yıldır kullandığı tekel sigarasını içiyordu. Hiç bir yere gitmek gibi bir amacı olmayan bir adammışçasına yavaş yürüyerek mutfağa gitti. Rengi beyaz olan fakat eskimişlikten ve kirden artık yeryüzünde olmayan bir renge bürünmüş buzdolabının kapağını açtı. Dolapta bira, tam yağlı peynir ve cam bir kavanozun içindeki fındık ezmesinden başka küçük bir kasenin içinde 4 tane sofralık Gemlik zeytini vardı. Birayı eline aldı. Hiroşima'ya atom bombasını atmak için düğmeye basmak üzere olan pilot kadar kararsız kapağını açtı. Bira çevir-aç kapaklıydı ve artık biraların kapaklarının çevir-aç olması onu yüzüne yansımayacak kadar mutlu ediyordu sadece. Bir yudum içti biradan. Doğumundan sonra olan hiç birşeyi hatırlamayan bir insanın bütün yaşantısını bir anda hatırlaması gibi önceki gece olanlar gözünün önüne geldi. Henüz bir yudum içilmiş bira şişesini tezgahta altı gündür hiç yıkanmamış halde halinden memnun ve yalnız bir çay bardağının yanına bıraktı. Geceyi düşündü. Oduncu gömleği giymiş kızın elindeki birayı, arkasındaki masada etrafta kimse yokmuş gibi öpüşen çifti düşündü.
Genç bir çiftti en fazla 22 yaşındaydı ikiside. Kız saç rengiyle aynı renk bluz giymişti, çocuğun üzerinde deri ceket vardı. Bara geldiklerinde iki bira söylemişlerdi ve kalkana kadar üçer tane daha içmişlerdi. Sarhoş olduklarında da kimseyi umursamadan öpüşmeye başlamışlardı. Kalkarken çocuk, garsona para üstünü bahşiş olarak bırakmıştı. O hesaplamıştı o anda. Belki de bazen en iyi yapabildiği buydu. Sekiz bira içmişlerdi ve tanesi beş lira olan biralardan kalan on lirayı garsona bırakmışlardı. Fakat aynı anda aklına bir şey daha geldi. Genç çift masada bir dosya unutmuşlardı ve garson dosyayı kasaya götürmüştü daha sonra. Bazen her şeyi hatırlamanın bütün faydası bu olabilir.
Birayı tekrar eline almadı ama tekrar buzdolabının kapağını açtı. Dört zeytine, peynire ve kavanozdaki fındık ezmesine baktı. Gözleri, paraya ihtiyacı olan ve fazlasıyla balık tutabilmiş bir tatlı su balıkçısının gözleri gibi parlıyordu. Buzdolabının kapağını kapattı. Banyoya gitti. Yüzünü yıkadı. Aynaya bakmadı. Asla bakmazdı zaten. Üzerinde büyük harflerle CALIFORNIA yazan tişörtünü çıkardı ve lacivert gömleğini giydi. Şortunu da çıkardıktan sonra koyu düz renk kot pantolonunu giyip ceketini aldı. Kahvaltı yapmak için çıktı. Anahtarını almamıştı ve hiç geri dönmedi.
Emin EREN
19 Mayıs 2012 Cumartesi 00.02
Silahların hepsi öldürmek, kan akıtmak zorunda değildirler ama biz zannederiz ki eğer kanımızı akıtmıyorsa, bizi öldürmüyorsa hiç bir şey silah olamaz. Öyle değil. Belki de en etkili silahımız zaman. Fakat çoğumuz namlusunu kendimize doğrultup tetiğe basmak için elimizden geleni yaparız.
Silahların en güçlüsüdür, en kontrolü zor olanıdır zaman. Kanımız akmaz belki ama namlu bize dönükken her tetiğe bastığımızda geleceğimizin kanını akıtırız. Her geç kalmışlık geleceğimizde bir pişmanlık olarak saf tutar. Sonra bir bakarız ki pişmanlıklar mescidimizin cemaati öylesine kalabalık olmuş ki dışarda saf tutan pişmanlıklarımız var. Pişmanlıklarımız ibadet edercesine sırayla görevlerini yaparlar. Üstelik bunu öylesine özenilmiş bir sırayla yaparlar ki toplumdaki hiyerarşi, sınıf vesaire gibi olgular pişmanlıklarımıza gıptayla bakar. Çünkü önce en yaşlı pişmanlığımız çıkar gelir. En küçük yaşlarımızda yaşadıklarımızdan arta kalan pişmanlığımız. O gelir, belki canımızı çok yakmaz, belki hiç bir zaman çok güçlü bir darbe vuramaz ama yaşlarının aksine pişmanlıklarımız gençleştikçe güçlenir. Belki iki haftalık, belki iki günlük, belki iki saatlik bir pişmanlığımız bizi intiharın eşiğine getirebilir.
Zamanın tek getirdiği pişmanlık değildir. Zaman bize başka şeylerle de gelebilir. Hayatımızda hiç pişman olmamış bile olabiliriz ama zaman bir gün bize elinde kocaman bir valizle gelir. Geçer karşımızdaki koltuğa oturur. Valizi hemen yanına koyar. Bu gezegende görülebilecek en çirkin gözler olan nefret dolu, acı dolu, ölüm dolu gözlerini gözlerimizin içine diker, bir sigara yakar ve çantayı açar. Zamanın bize getirdiği çantanın içinden çıkmasını beklediğimiz geçmişimiz kesinlikle ve kesinlikle bilgelik, tecrübe, mutluluktur. Fakat çanta açıldığında gördüğümüz koca bir hiç olur. Kadıköylü bir şairin dediği gibi: "Aslında kazanmak nedir ki? En büyük zaferi kazandığında bir Antonyus olduğunu düşün. Paris'e geldiğini ve o takın altında olduğunu ve bütün insanların senin altında olduğunu düşün. Ve gücün en üstünde olduğunu. Yalnız kaldığın o anda 'Ne oldu be? Şimdi ne olacak?' diyorsan kaybedensin sen, kaybetmişsin. Yani o anda en büyük zaferin içinde kaybetmişsin."
Beni öldürmeyen şey beni daha beter yapar. Zaman öylece karşımıza çıkıp bizi öldürmez belki ama en ciddi şekilde hayatımıza kasteder ve eninde sonunda zaten hepimizin canını o alır.
Emin EREN 09.04.2012 - 02:00