30 Ağustos 2022

30 (YAZIYLA OTUZ)

    Diğer günlerden farklı uyandı o sabah. Aslında her gün farklı uyanırdı. Bazı günler neşeli, bazı günler keyifsiz çıkardı yataktan. Hatta bazen dişlerini fırçalamak bile eziyet olurdu. Ama o sabah Sabri otuzuna girdiğini bilerek uyandı. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını düşündü. Sanki bir gecede daha yaşlı, daha yorgun bir hâle gelmişti. Sanki o sabah yataktan çıksa ayakları onu taşımayacak gibiydi. Yine de doğruldu yatağında. Hemen karşısında duran aynaya baktı. Otuz yaşındaki hâlini gördü ilk defa. Tanıştılar. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını aynadaki yansıması da hatırlattı ona. Tıpkı üniversite yıllarında olduğu gibi uzattığı saçları da o zamanlar olduğu gibi güzel gelmedi gözüne. Yataktan çıkmalıydı, yüzünü yıkamalıydı ama o önce geçmişi hatırlamayı seçti. 

    Babasının kucağında bakkaldan gelirken ekmeğin köşesini kemirdiği fotoğraf geldi gözünün önüne. Kendisini çok seven bir anne babanın çocuğuydu. Annesinin babasının kucağında atari kolu kemirerek geçirmişti bebekliğini. Otuzuna bastığı gün geçmişe dönüşünde karşısında en eskileri bulmuştu. Biraz daha üzerine düşündü. Aklına Grup Vitamin, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Dr. Alban, sahilde aile yürüyüşleri, yüzmeyi ilk öğrendiği gün geldi. Geçmiş güzeldi sanki. Hayatta hiçbir derdi yoktu o zamanlar. En büyük problemler mahalledeki çocuklardı, babasının yeni atari kaseti alacağı tarihti. Üzerinden yeterince zaman geçtiğinde geçmişten akılda kalan her şeyin güzel olduğunu fark etti. Bu biraz içini rahatlattı. 

    Ortaokul yıllarından dinlediği rap müzik, tanrının olmayabilişi, en sevdiği arkadaşları, bir kızı ilk kez sevebilmiş olması geldi aklına. Bu geçmişi düşünme işini çok sevdi Sabri. Yataktan çıkmaya, yüzünü yıkayıp kendine gelmeye karar verdi. Evinde çok yer olmadığından banyodaki prize taktığı su ısıtıcısı uygun sesi çıkardığında kendisine bir kahve yapmak için mutfağa geçti. Kahvesini koydu. Günün ilk sigarasını yaktı. Düşünmeye devam etti. Belki geçmişi bu şekilde düşünürse otuzunu unutur da yaşlandıkça hatırladığı her şeyin güzelleşeceğine ikna eder kendini diye ümitlendi. 

    Bugün hâlâ devam eden en güzel arkadaşlıklarına sahip olduğu lise yıllarını düşündü. Bir kadını uzun uzun ve çok amatörce sevmenin ne demek olduğunu o yıllarda anlamıştı. Heyecanlı zamanlardı. Bir paket sigaranın maksimum kaç kişiyle alınabileceğini o yıllarda öğrenmişti. Teneffüs saatlerinde bir sigarayı maksimum kaç kişinin içebileceğini de o yıllarda öğrenmişti. Ama o dönemlerde bir sigaraya sahip olan kişinin sigarasını tüm insanlarla paylaşması Sabri için çok politik bir durumdu çünkü Sabri'nin inandığı sosyalizm de bu kadar romantik bir şeydi. Çok sevdiği annesi o yıllarda en iyi arkadaşıydı. Babasıyla da bir o kadar kavgalıydı. Sabah okula gider, okuldan sonra ya bilardoya ya basketbol oynamaya devam ederdi. Akşama doğru eve uğrar, yemek yer, gecenin en uygun saatine kadar arkadaşlarıyla vakit geçirirdi. Yağmur, kar, kış dinlemezlerdi. Dünyayı beraber kurtarırlar, hangisi aşk acısı çekse beraber çekerlerdi. Sabri otuzundan bakınca hepsine gülümsedi. 

    Sonra Sabri kim olduğunu bulduğu düşündüğü zamanlar yaşadı. Sevmediği bir şehirde uzun süre vakit geçirdi. Kendine ait bir odası, hayatta kendi kuralları vardı artık. Kimliğini bulmuştu. En azından o öyle düşünmüştü. Üniversite yıllarını hatırladı. Güzel kitaplar okudu, güzel müzikler dinledi, güzel filmler izledi. Daha az sosyalist daha çok anarşist, biraz vegan biraz vejetaryen oldu. Bir gruba ait olmadan kendini yaratmaya gayret etti. En sevdiği sözlerden biri "The man is nothing else but what he makes of himself" oldu. Asla tam olarak Türkçesini söyleyemedi ama çok iyi anladığına emindi. Bazı dostlar edindi, bazı dostlardan vazgeçti. Birkaç kadın sevdi. Bir kadınla ömrünü geçirebileceğini düşündü. Miskindi, depresifti, keyifsizdi, mutsuzdu, üşengeçti. Birçok şeydi ama kendisi değildi. 

    Okul bittikten sonra çalışmaya başladı Sabri. O güne dek savunduğu, inandığı hiçbir şeyin iş hayatında kullanılabilir şeyler olmadığını anladı. Bu kadar çalışkan biri olacağını kimse tahmin etmezdi. Zor ama keyifli zamanlar geçirdi. Emek ve başarının doğru orantılı olduğunu öğrendi. Yaşamak istedi. Hayattan bazen keyif alabileceğini biliyordu artık. Diğer taraftan o yıllarda iletişim kuracağı insanları seçme şansı olmadığından insanları daha iyi tanıdı. Kimse iyi değildi, kimse iyi olmak istemiyordu. Bu Sabri'nin hayatta en şaşırdığı şeylerden biriydi. Yoruldu, tahammülü azaldı, bazen vazgeçti. Bir gün tüm insanların kötü olduğuna inandı. İşten vazgeçti. Başka şehre göçtü. 

    Yakın zamanları hatırlayınca yine içinde o kötü hissin oluştuğunu fark etti. Güzel hatıraları vardı ama en güzel günlerini hatırlarken hafızasını oluşturan fotoğraf kağıtlarının yırtık olduğunu hissetti. Hafızasındaki yırtık kağıtları makasla düzeltip temiz hatıralar olarak tekrar kaydetti. İnsanlar unutulmak için vardı nasılsa. Ne demişler? "Seni hatırlayan son kişi öldüğünde hiç yaşamamış olacaksın" Sabri de bunu bildiği için bildiklerinden vazgeçmekte zorlanmadı. Saat geç olmuştu ve hâlâ hiçbir şey yememişti. Ekmek almaya gitti. Döndüğünde kendine mütevazı bir kahvaltı hazırladı. Üzerine bir sigara yakıp otuzundan geriye bakmaya devam etti.

    Göçtüğü şehirde üniversite yıllarından yakın arkadaşıyla bir yıl geçirdi. İşsizdi ama miskin değildi. Keyifli kocaman bir yıl geçirdikten sonra hayatında aradığı şeyin orada olmayabileceğine karar verip çocukluğundan beri âşık olduğu şehre taşınmaya karar verdi. Taşınmaya yakışır bir tren yolculuğundan sonra bugün de yaşadığı evine kavuştu. Yeni bir başlangıç yapıp yaşamaya karar verdi. Bu sefer olacağına inanmıştı. Sabri çok değişmişti. Geçmişteki kendisini gülerek hatırlıyordu her seferinde. Artık sosyalist değil, anarko kapitalist gibi bir şeydi, vejetaryen değildi, umursamıyordu. Tanrı hâlâ yoktu ama Sabri için. Çünkü onun gibiler tanrı kavramıyla var olmayı değil kendileriyle var olmayı seçiyorlardı. Arada bir şeyler karalayıp kimseyle konuşamadıklarını yazdı. Bir kadınla, çok iyi anlaşamadıklarına karar verene kadar çok iyi anlaştı. Babasını anladı. Artık babasını suçlamıyor, özlüyordu. Annesini, babasını, kardeşini ve dostlarını hatırlatan dövmeler yaptırdı. Okuyamadığı kitaplarını bitirdi. Hatta zaman zaman hayattan keyif aldı. 

     Sabri düşündükçe keyfi yerine geldi. Hayatla oynaması gereken oyunu öğrendiğini düşündü. Otuzundan bakınca otuzunda her şey yolunda gibiydi ama kim bilir on yıl sonra buralardan neler çıkaracaktı kendine? Sabri artık kimseyi tanımaya ihtiyacı olmadığını, kendisi tanımasının en güzeli olacağını düşündü. Ne geç tanışmaya başlamıştı kendisiyle. Ne zor şeydi önce kendini düşünmeyi öğrenmek. Yolun sonu görünmeden bunu başarabilmiş olduğuna da sevindi içten içe. Saat çok geç olmuştu. Sabah çıktığı yatağına geri döndü. Gözlerini kapattı. Otuzuna bir gün daha eklemeye kararlıydı.




    

27 Ağustos 2021

İki Nokta Arasındaki En Kısa Çizgi Yanlıştır

Ben yolumu güneşli bir günde kaybettim. Bir ağustos ayıydı, üstelik güneş gözlüğü de kullanmazdım o zamanlar. Ancak insan tecrübelerinden ders alıyor. Sonraları kendime bir güneş gözlüğü edindim. Sol taraf 1.75, sağ taraf 2.75. Gofret fiyatı gibi bozuk gözlerim. Daha da bozulacaklar. Henüz yeni başladık.

Neyse ağustos ayıydı. Hayatımın en keyifli yolculuğuna çıktığımı hatırlıyorum. Benim bir arabam olmadığı için babamdan ödünç aldım. Arabanın içini bir sürü hatırayla, umutla ve heyecanla doldurdum bir tane de valiz koydum. Çok güzel göründü gözüme babamın pek de sevmediğim arabası. Yolculuk B noktasından A noktasına gerçekleşecekti. A noktasında bir hafta konaklayacaktım. Oradan bir iki günlüğüne C noktasına geçecektim. Biraz da orada takılacaktım. Sonra belki A, belki de B noktasına dönecektim. Zaten bütün gidişler dönmek için değil midir?

Arabanın direksiyonuna oturdum. Araba da telefonum da biraz eskiydi. Yol boyu müzik dinleyebilmek için önce telefonumu bir kablo vasıtasıyla bir güç bankasına, sonra yine aynı telefonu farklı bir kablo vasıtasıyla arabanın teybine bağlamam gerekiyordu. Bu operasyonu da başarıyla tamamladım. Sevdiğim parçalardan oluşan bir çalma listesi kestirdim gözüme. Keyifli ve acımasız bir tavırla bastım başlatma tuşuna. Ses seviyesini de rahatsız etmeyecek ama keyif de verecek optimum seviyeye getirdim. Büyük bir özgüvenle emniyet kemerini sanki istavroz çıkarıyormuş gibi bir görüntü sağlayarak olması gereken yerine bağladım. Oysa hep merak ederdim yüksek hızla yaşanan çarpmada kemeri olmayan birinin camdan nasıl fırladığını. Bir yerde bir fil gibi kütleye sahip olacağımız yazıyordu camdan çıkarken. Fiziği çok severim. Ancak ben filleri genelde kafamın içinde tuttuğumdan buna cesaret edemeyip uslu uslu kemerimi takmayı tercih ettim. Arabanın kontak anahtarını çevirdim. O da pek hevesli çalıştı. Sanki yıllardır bu anı bekliyor gibiydi. Ama nasıl beklemesin ki? Yıllardır ne zaman koltuğuna otursam “Seninle şöyle güzel bir yola çıksak” diyordum kendisine. Ancak içimdeki canavar çalışmaktan başka bir şeye odaklanamadığından hiçbir yere gidemedik. Artık işten güçten kurtulup tekerlekleri beraber çevirmenin vakti gelmişti. Ben, güzel yüklerim ve babamın arabası yola çıktık. Güneşli bir gündü. Güneş gözlüğüm yoktu. Gözlerim bozuk olduğu için numarasız güneş gözlüğü kullanamıyordum. Numaralı güneş gözlüğü de sadece zenginler için yapılmış bir icat gibi geliyordu. Oysa bir numarası yoktu, ben yaşamayı beceremiyordum. Güneş gözlüğüyle yaşamanın ne alakası var diye sorardım kendime ama sonraları gidip kendime numaralı güneş gözlüğü alınca hayatım değişti.

Yolculuğun ilk kısımları adaptasyon süreciydi zannediyorum. İnsan, yol ve aracın birbirine karışması gerekiyor. Birbirini anlayan materyaller olmaları gerekiyor. Bunu sağladıktan sonra yolun ilk bir iki saatinde keyifli parçalar dinleyip şarkı söyledim bol bol. Yani imkân verseler “Mutluyum” bile derdim. Ancak yolculuğun ikinci saatinden sonra nereye gittiğimin, nasıl gittiğimin bir anlamı kalmamaya başladı. Sanki bu hedefe varmak üzere yapılan yolculuk, yapılması gereken ancak insanların yıllardır yapmadığı bir yolculukmuş da arabadan indiğimde bütün bir şehir beni tebrik etmeye gelecekmiş gibi bir his oluşturdu. Uzun bir yolculuk oldu.

A noktasına varmak için deniz geçtim, dağ geçtim, uzun zamanlar geçtim. A noktasına ulaşmayı başardım. Bugüne kadar kurduğum, kurmayı düşündüğüm tüm hayaller aynı anda yıkıldı. Önümde küçük bir şehir vardı ancak içinde hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Sokaklarını yürüdüm, çarşısına pazarına baktım. Bir canlılık belirtisine rastlayamadım. Bir park buldum. İki kişinin oturması için tasarlanan ancak iki kişinin bir masayı ortak kullanmasını dayatan bir bank buldum. Oturup biraz soluklanayım dedim. Karşımda oturacak birini bulamadığım için bank devrildi. Biraz canım yandı. Birkaç göz yaşı düşürdüm toprağa, belki biraz hayat katar dedim, hediye ettim. Bir kez daha bank devrilmesin diye karşıma güzeller güzeli bir taş koydum. Dengeyi bu şekilde sağlayabildim. Taşla bakışırken bu şehrin neresine gitsem de biraz hayat bulsam diye düşündüm. Taşın da fikri yoktu belliydi. Planladığım konaklamayı gerçekleştirmemeye karar verdim.

A noktasından B noktasına geri dönmeyi düşündüm ama bu denli moral bozacak bir şey yoktu. Hayat olmayan bir çöle düştük diye bildiğimiz ilk hayat dolu toprağa dönmek kendimize biraz saygısızlık olmaz mı? Hem babamdan ödünç aldığım dostuma da yolculuk sözüm vardı. Bir sigara yaktım. C noktasına nasıl gideceğimi düşündüm. Arabanın sırtına yüklediğim hatıra, umut ve heyecanları bir yol kenarında bıraktım. Yükümüzü hafiflettim. Kontak anahtarına kibar bir hamle yapıp, direksiyonu olmak istediğimiz yere çevirdim.

İnsan unutan bir canlı. Arabalar zaten olan biteni çok umursanıyorlar. Çok fazla yük ve şiddet sevmiyorlar sadece. Bir insan olarak hayatsız toprakları unutup A noktasının kuzeyinden C noktasına bir çizgi çizdim. Güzel bir çizgi oldu deyip kendimle gurur duydum. Bu kez çok sevdiğim parçaları dinlemedim, dinlemediğim parçalara eşlik etmedim. Çünkü gittiğim yerde hayat var mıydı? Keyif alabilecek miydim bu gitmekten? Umutsuzluk ve karamsarlık benim fabrika ayarlarım mıydı? Kötümserdim belki de sadece.

Bir çok soruyla beraber C noktasına yaklaştım. Birkaç ağaç, biraz deniz, biraz da martı görünce hayata tekrar kavuştuğuma inandım. Hatta bir insanla dost olup ona yardımcı oldum. Birkaç işini hallettim. Teşekkür etti, sanki beni yıllardır tanıyormuş gibiydi. Ancak tanısam da ben unutan bir canlı olduğum için tanıdığımı, tanışıklığımı unutmuştum belki de. C noktasında konaklamaya uygun bir yer buldum. Çok yüksek bir binanın çok da yüksekte olmayan bir katında bir kanepe ebatlarında küçük bir alan yarattım kendime. Bir süre orada konaklayıp kendimi hayatta olmanın kollarına bıraktım. Hayatta olmak, yaşamsızlıktan ve yaşam çalmaktan daha zararsız ve keyifli bir eylemdi. Bir süre düşündüm. İnsanlığın yarattığı bazı keyifli içeceklerle vakit geçirdim. Dünya’nın tadını almaya çalıştım hayatsız, yaşamsız şehrin tadını unutmaya uğraşırken.

Sadece yaşayanlar bilir, göğsünün orta yeri kanayan bir insan oradan sızan ışığa da kana da odaklanabilir. Ben göğsümün kanadığını gören bir çift göze odaklanmayı seçtim. Çünkü göğsünüz kanarken oraya pansuman yaptığını söyleyen kişi aynı zamanda orayı daha çok kanatıyor olabilir. Oysa önce birinin göğsünüzün kanadığını söylemesi hatta belki kendi göğsündeki yarayı göstermesi daha makul sonuçlar doğurabilir.

B noktasına döndüm. Babamın arabasını olması gereken yere park ettim. Anahtarını yıllardır durduğu masaya bıraktım. Bir çanta hazırladım. Evden çıktım. Gözümde güneş gözlüklerim vardı. Üstelik numaralı. Gofret fiyatı gibi.



02 Temmuz 2021

Kararlı Karanlık

 Sabri uzun bir uykunun ardından gözlerini tekrar açtı...


Yüzüne dokundu önce. Uzayan sakalını ve darmadağın saçlarını hissetti. Tıpkı Syd Barrett'in yaptığı gibi eline jileti alıp saçlarını, sakallarını, kaşlarını, hatta kirpiklerini kesip kurtulmak istedi. Sonra akıl hastanesine kapatılmaktan korkup berbere gitmeye karar verdi. Ama gitmedi. 


Önce uzun zamandır bulunduğu ve artık pislikten, tozdan bir oda olduğu anlaşılmaz hâlde olan odadan çıktı. Evin dış kapısına doğru yürürken nereye baksa karanlık görüyordu. Karanlığa dokunan ışığın nasıl da yok olduğunu görüyordu. Oysa ışık karanlıktan güçlüydü çoğu zaman. Ancak ışığı görecek gücü kalmayan Sabri, sadece karanlığı anlayabiliyordu belki de. Bunu düşünüp dış kapının önünde beklerken bir kaç saat geçmiş olabileceğini düşündü. Anahtarı aramalıydı. Karanlıkta bir anahtar bulmak! Bu neredeyse imkansızdı. Ama gelişmiş bir maymun türü olmanın en büyük avantajının icatlar olduğunu düşündü Sabri. El feneri olmalıydı bu evin içinde bir yerlerde. Sabri anahtardan önce el fenerini aramaya karar verdi. Nerede olduğunu hatırlar gibiydi ama ışığa değil karanlığa bakmaya yetecek gücü olan biri nasıl bir ışık kaynağının yerini hatırlayabilirdi ki? Bu, orta ölçekli bir gemi ağırlığında bir soruydu. Ancak Sabri bu evden çıkması gerektiğine inanmıştı. El fenerinin yerini bir şekilde bulacağını biliyordu. Yarım kelebek ömrü kadar bir süre geçtiğinde el fenerini bulmuştu. Anahtarı bulmaya yaklaşmanın verdiği yaşam enerjisiyle el fenerinin düğmesini tüm gücüyle itti. El feneri önce güçlü bir ışık yaydı ancak bu süre ışığın kaynaktan hedefe ulaşması kadar kısaydı. Bir anda fenerin ışığı sadece fenerin nerede olduğunun anlaşılmasına yetecek kadar azaldı. Sabri, hayatında ilk defa gerçekten inandı. Bu kadar ışıkla anahtarı bulabileceğini düşünüyordu. Hiç gerçekçi değildi ama o inanmıştı. Elindeki fenerin vasıfsız ışığını evin içinde sağa sola tutarak bir anahtar parıltısı görmeyi bekledi. Bir kelebek öldü. Sabri bir ışıltı gördü. Gördüğü ışıltıya doğru hızla bir hamle yaptı. Yere düşmüş çay kaşığıyla bakıştılar. Sabri ve fener aynı anda umutsuzluğa kapılmaya başlamışlardı. Sabrinin gücü, fenerin de pili bitiyordu. Sabrinin, bir çay kaşığı kadar kalan umudu da yok olmak üzereydi ki adım atarken ayağına değen küçük bir metalin sesi onu heyecanlandırdı. Bitmekte olan piliyle fener ve bitmekte olan gücüyle Sabri, aynı noktaya eğildiler. Anahtar ışıldıyordu.


Sabri kapıya koştu evdeki eşyalara çarparak. Feneri elinden attı. Anahtarı çevirirken "Bir yolculuğa çıkmalıyım" diye düşündü. 


Kapıyı açtığında apartmanın içindeki karanlık karşıladı onu. Ama Sabri mutlu oldu çünkü ikinci katta oturuyordu. Bu karanlıkta altıncı kattan merdiven inmek gibi işkenceler de vardı bu hayatta ve Sabri en azından hayata karşı bir teselli ikramiyesi kazanmıştı... Düşünceli ve dikkatli bir şekilde indi merdivenlerden. Sürekli içinden "Bir yolculuğa çıkmalıyım" diye geçiriyordu. Dünya üzerinde bulunan en uzun iki katı indiğine göre artık içi biraz daha rahattı. Sabri apartmanın kapısını açıp dışarı adımını attı. Göz alabildiğine karanlıktı sokak. Sadece siyah vardı her yerde. Dikkatli bir şekilde yürümeye başladı kaldırımda. Bulunduğu semtin sokakları her zaman denize çıkıyordu ve Sabri uzun zamandır ilk defa denize yürüyordu. Karanlıktı ama denize yürüyor olmak onu heyecanlandırıyordu. Yürümeye devam etti. Denizin kenarına geldiğinde dalganın sesiyle beraber derin bir nefes aldı. Tam o sırada gökyüzünde bulutlar Ay'ın önünü açtı. Semt, ayın tasarruflu ampul beyazlığındaki ışığıyla aydınlandı. Bu sırada sabrinin gözüne hemen yakında elindeki şarabını sessizce içen adam ilişti. Yanına gidip "Biraz içebilir miyim?" diye sordu. Adam şarabı uzattı. O sırada dudaklarının arasına saplanmış bir çivi gibi duran sigarayı yaktı. Sabri şaraptan ve sigaradan biraz içti ve "Benim bir yolculuğa çıkmam gerek" dedi. Adam da "Senin aydınlanman gerek, kuzeye git" dedi. Sabri, ayağını sahildeki kumlardan kaldırımdaki taşlara basmıştı ki her yer aydınlandı. Sokak lambaları yandı. Sabri'nin yolculuğa çıkabilmesi için eve uğrayıp bir sırt çantası hazırlaması gerekiyordu. Çünkü yanında taşıması gereken bir tirbüşon, bir sabun, iki tişört ve iki külodu vardı. Eve gitti, ışıkları açtı ve çantasını hazırladı. Kapıdan çıkmadan önce eve dönüp son kez baktı "Çocukken keyifliydin de artık senden nefret etsem bile içim rahatlamaz" dedi. Sonra bir evin içinde yaşayanları ne kadar önemsiyor olabileceğini düşünerek merdivenleri indi, apartmandan çıktı. Saati bilmesi gerekiyordu, yürümeye başladı. Kuzeye giden ilk otobüse atlayacaktı. Semtinin sokaklarını arşınladı. Otogarda hemen bir bilet kestirip kuzeye giden otobüsün iç organlarından biri olmak üzere koltuktaki yerini aldı. Bir süre yolculuk devam etti. Hâlâ her yer karanlıktı ama Sabri kuzeydeydi. Yürüdü, uzun uzun düşünerek, bağıra bağıra şarkı söyleyerek yürüdü. Belki bir yerde uyuyabilirdi biraz. Bulduğu ilk binaya girip bodrumuna indi ve kendine bir köşe buldu. Sabri orada biraz uyudu. Uyanıp binadan çıktığında yine karanlıktı. Sabri nereye gittiğini veya nereye gitmesi gerektiğini bilmiyordu. Yalnızca yürüyordu. Kendine şans dileyerek yürüyordu. Bu kez sokak köpeklerinin kaldığı bir kulübeye girip biraz uyudu ve uyandığında yine karanlıktı. Gecenin karanlığı, Sabri'nin gördüğü hem elektriksiz, hem karanlık hem de aysız bir gecenin yanında çok sevimli kalıyordu. Sabri yürümeye devam etti. Bir sokaktan geçerken çöpün yanında oturan birini gördü. Bir evsizdi bu. Muhtemelen kendine ayrılan bir vergilendirilmiş hava sahasından kalma, bir poşete doldurduğu havayı soluyordu. Bazen kafasını kaldırıp Sabri'yle konuşuyordu ve o sırada poşetin ağzını sıkıca kapatıyordu, böylece havası kaçmıyordu. Sabri "Yapamıyorum" dedi. Kendi havasını saklayan adam da "Yapamazsın tabii yanlış yerdesin" diye karşılık verdi. Sabri kuzeyi sevmediğine ve gitmesi gerektiğine karar verdi. Çöpten temiz ve boş bir poşet buldu. Belki bir gün kendi havasını doldurup kullanması gerekir diye düşündü. Poşeti sırt çantasına attı ve yürüdü. Karanlıktı. Sabri yine karanlıkta yürüyordu.


İki film çekilebilecek süreyi yürüyerek geçirdi. Hâlâ karanlıktı. Hiç araba geçmeyen bir anayolun kenarında yavaş yavaş yürürken sırtına vuran ışığı hissetti. Bir arabanın, sırf arabadan daha hızlı gidebildiği için arabadan önce giden ışıkları yolu aydınlattı. Sabri hemen yola atladı. Arabayı durdurdu. İçi karanlıktı. Şoförün olduğu yöne doğru "Bu yol nereye gidiyor" diye sordu. Şoför "Doğuya" dedi. Sabri doğunun anlamını
n güneşin doğduğu yönden geldiğini düşündü ve bu yüzden bu yolun onu aydınlığa kavuşturabileceğine tüm gücüyle inandı. Şoföre "Bu yol aydınlık bir yerlere gider mi" diye sordu. Şoför "Ne demek istediğini anlamadım ama istersen benimle gelebilirsin" dedi. Sabri aydınlığa gidiyordu.


Yol boyu sohbet ettiler. Biraz politika, biraz allah, biraz aşktan konuştular. Bir ara ufukta biraz ışık göründü. Tam o sırada Sabri uykuya daldı. Uyandığında yola devam ediyorlardı ve yine karanlıktı. Şoför Sabri'ye bir sigara uzattı. Sigara Sabri'yi kısa bir süre de olsa aydınlattı. Sigara söndü. Yol bitti. Şoför "Geldik" dedi. Sabri sorgulamadan arabadan indi. Kendine kalacak küçük bir terkedilmiş konteyner buldu. Konteynerde bir kedi vardı ve kedinin gözleri Sabri'yi biraz aydınlattı. Sabri bir süre uyudu. Uyandığında konteynerden çıkıp ufuğa baktı. Güneş doğacaktı. Tan yeri ağarıyordu. Etrafını görmeye başlamıştı. Hemen karşıda ancak bir evin bahçesi olabilecek boyutta bir park vardı. Parkın ortasındaki küçük su birikintisinde ördekler vardı ve çirkin ördek sesleri Sabri'ye büyük bir keyif vermişti. Sabri gözlerinin tozunu almak için ovuşturdu. Parka yürüdü. Güneş doğdu. Sabri aydınlandı.

19 Şubat 2021

Tren ve Güneş

Çok uzun yürüdüm. Yıllar sürdü...

Bir gün bir trene bindim gökyüzünün soğuk sabah mavisinden. Ne de keyifsiz renkti. Gitmek gerekliydi, trenin soğuk metal tekerleri döndü. Siyahla beyaz arasında, griyle aydınlık arasında bir yola düştüm. Deniz gördüm soğuktu. Toprak vardı buz tutmuştu. İlerledikçe yol uzadı, yol uzadıkça düşündüm. Gördüklerimi, bildiklerimi değil görmediklerimi, bilemediklerimi düşündüm. 

Yıllar yılı çıkarıldığım vicdan mahkemelerinden bir şekilde aklanmam ne olursa olsun bir şekilde yola devam etme çabam gözümde büyüdü. Dedim ki "Atlayayım şu trenden, ne olacaksa olsun artık" ama artık eskisi gibi açılmıyormuş trenlerin kapıları. Artık kapılar treni kontrol eden makinist tarafından açılıyormuş. "Makinist! Hayatımın kapılarına da bir el atsak?" dedim. Duymadı tabii. Ben bile duymadım. 

Tren gitti, içinde ben gittim. Tren gitti, içimden ben gitti. Uzun yollar boyu düşündüm bu yaşamda elimde kalan güzel şeyleri. Pek bir şey bulamadım. "Hem zaten ben güzel bir şey bulmaya yola çıkmadım mı?" dedim kendi kendime. Yasal olarak idam cezası bu ülkede uygulanmıyor ama insanlar kendi kişisel mahkemelerinde sıkça birbirlerine bu cezayı veriyorlar. Düşündüm de sanırım kimsenin mahkemesinde böylesine bir cezaya çarptırılmadım. Ölümü görüp sıtmaya razı ettim hep kendimi. Ne ölebildim ne yaşayabildim gibi. Ama bu yüzden trendeyim ya. 

Hatırladığım ne varsa hepsi karışıyor kafamın içinde bazen. Bu benim zihnimin geçmişime karşı politik tavrı olabilir diye düşünüyorum bazen. Tren çok boş bir arazinin ortasında duruyor. Hemen yanında bir küçük istasyon üstü kapalı bile değil. Nasıl bir taşra kasabası bilmiyorum. Bir kadın bekliyor dışarıda, tren durunca farkettiğim. Elinde bir küçük valiz, özensiz kıyafeti, üşümemek için sıkıca sarılmış başörtüsü. Treni süren makinist tanıdık olsa gerek, kadın biner binmez kapı kapanıyor. Biraz kadının hikayesini düşünüyorum; belli ki onun da gökyüzü çok gri. Kim bilir nereye gidiyor? Belki de kaçıyor bir şeylerden. Kafamda küçük bir hikaye yaratıp kendimi ona inandırıyorum. Peki kim bilir kimler benimle ilgili nasıl hikayeler yarattılar bugüne dek? Kim bilir kimler benim ben olmadığıma kaç kez inandılar. Hep insanlara bakıyorum bir kendileri var bir de -havalı bir söyleyişle- yarattıkları personaları. Kimi tanısam hep içinden biri daha çıktı çünkü. Hiç kimse kendisi değildi. Peki ben kendim miyim? Benim ben sandığım ben miyim? Bunu bulabilecek birini bulabilir miyim?

Neyse ki tren yoluna devam etti. Uzunca bir süre bana çorak arazileri gösterdi yol. Dünyanın renksiz taraflarının ne kadar gerçek olduğunu anladım. Biletimin beni götürebileceği son durağa geldiğimde kapılar bu kez bana açıldı. Trenden ve düşüncelerimden dışarı bir adım attım. Hava uzun zamandır hissetmediğim kadar çok soğuğu bir anda suratıma çarptı. Etrafta su vardı biraz ama yalnızca katı formdaydı. Yine de hava daha aydınlık gibiydi sanki. Hatta bir ara güneş bile gördüm. Ancak bulunduğum yer güneşten torpilliydi. Buzlar erimiyordu bir türlü. Burada bir gece uyumalıyım dedim. Kapalı bir lunaparkın içinden geçip geceyi geçirebileceğim aydınlık bir yer buldum. 

Soğuk içime işledi. İçim buz tuttu. Daha fazla düşündüm. İçimde kim var diye baktım. Sıcacıktı. Ben de içimde biriyle yaşıyormuşum bunu fark ettim. 

Uyudum. Ömrümün en kısa uykusuydu. Soğuk bir sabaha uyandım. Bir kadın geldi. Elinde küçük beyaz bir çekiç vardı. Üzerimdeki buz tabakasını kırdı, geçmişimi kırdı, acılarımı kırdı, yalnızlığımı kırdı. İçimdeki sıcaklığa kadar bir yol açtı. Bir uzun tren yolu. Benim içimdeki bene gitti. İçimin sıcaklığına dokundu. 

Bir süre beraber uyuduk. Akşamları içimize bazı sıvılar doldurup dünyayı renkli kıldık. Güldük, sarıldık, içimiz ısındı. Hatta bazen öyle ısındı ki duman çıktı. "Korkma" dedi. Omzumu öptü. Diş fırçalarımızı yan yana koyduk. Seviştik ve çıplak uyuduk. Şehir güneşli bir havaya kavuştu. 

İnsanlar artık daha güleryüzlü ve anlayışlı görünüyordu. Artık sıcacık ve güneşli hissediyordum. Böyle kalmaya karar verdim.

22 Aralık 2020

Atatürk ve Manga Konseri

    "Doğruları bulmaya çalışmamalısın, yalnızca hislerine kulak vermelisin" dedi odadan ayrılırken. İnsanlar genelde böyle derin cümleleri ciddi durumlar öncesinde kurarlar. Odadan ayrıldı ve ben düşünmeye fırsat bulduğumu farkettim. Oysa alt kattan bir şişe soda alıp döndü ve daha düşünemeden tekrar konuşmaya başladık. Doğrularım ve hislerim arasındaki karmaşa git gide büyüyordu bu nedenle bu konuşmayı sona erdirmek için onu öpmeye karar verdim. Bu noktada başarılı oldum ve bir süre öpüşmek suretiyle vakit kazandım. Ya da kazandığımı zannettim. Hislerimin doğrularıma karşı galip gelmesiyle, kazandığımı zannettiğim an aynıydı. Her an daha da garipleşen bir zaman dilimindeydik. Bir anda tavanda filler beliriyor, çamaşır makinesi şarkı söylüyor, kettle bileklerini kesiyordu. Hislerimi izlemeyi öğreniyordum. Mükemmele doğru bir yolculuk yapıyordum. Üstelik o, bunun için çaba sarfetmiyordu bile. "Sanırım şimdi aynı dili konuşuyoruz" dedi sakince. Ben de sarıldım.

    Kaybetmenin ne anlama geldiğini sorgulayarak geçirdiğim uzun zamandan sonra ani kararlarım ve hislerimle bu savaşı kazanmıştım. Bütün bildiklerimi yeniden düzenlemem gerektiğini biliyordum ancak o kadar da zor ve uzak görünmüyordu bu hedef bana. O, benim saatlerce konuşarak anlatabileceğim her şeyi sadece bakarak bana anlatabiliyordu ve dürüst olmak gerekirse bu konu beni biraz rahatsız ediyordu. Çünkü hiçbir dilin sahip olduğu kelimeler onun bakışlarındaki kadar zengin ve hisli değildi. Çok fazla dil bilmesem de bunun böyle olduğuna eminim. 

    Bir uçak tekerlerini yeryüzünden ayırmaya karar verdiğinde içinde oturanların kalbinde oluşan hissi küçük dokunuşlarla yaratabilme gücüne sahipti. İkiden bir olmayı bir yada iki günde öğretebilecek kadar öğrenmişti. Ömür boyu öğrencisi olmak fikri hiç uzak değildi. Gözlerimi kapadığımda ikimizin hislerinden oluşan bir kısa film izleyebilmem mümkün oluyordu. Bir tarafdan da onun bu severek bakışını nasıl da sakladığını ve kimsenin bunu anlayamadığını anlıyordum. "Bir insanı nasıl olur da bu kadar kolay anlayabilir başka bir insan" diye düşündüm. Aynı anda dudaklarımız açıldı ve sanki o da içinde aynı düşünceyle öpüşüyormuş gibi "Çok garip" dedik. Şarap yoktu. Bira vardı. Ve bira var oluşunun aksine çok romantik bir içeceğe dönüşmüştü ilk defa. Biralarımızdan birer büyük yudum aldık. Islanan dudaklarımızın ıslaklığını paylaştık. 

    Aynı anda bir uçak tekerlerini yeryüzüne dokundurdu, bir otomobilin lastiği patladı, bir elma ağaçtan düştü, bir zürafanın boynu tutuldu ve bir çamaşır makinesi hüzünle ağladı. Aynı anda elimi tuttu, gözlerime baktı ve bana sarılmaya karar verdi. 

    Uçak, otomobil, elma, zürafa ve çamaşır makinesi durdular. Biz seviştik.

26 Kasım 2020

Gece, Maden Suyu ve Sigara

    Filmlerde seri katiller herkesin uyumasını bekler ya. Öyle başlıyor işte düşünmeler. Herkes uyuyor. Sevdiğin kadın bile. Ama senin gözlerin bir türlü kapanmıyor. Çünkü bu kez günün hesabını yaparken kasada açık çıkıyor. Kasanın başında sadece sen durduğuna göre bunun sebebi sen olmalısın diye düşünüyorsun. Sonuna kadar haklısın. Gözlerin bu yüzden kapanamıyor zaten. Bu yüzden olsa gerek sabahı daha büyük bir arzuyla bekliyorsun. Sanki sabah her şey yeniden başlayacak gibi. Oysa bazen öyle de oluyor. İnsan sanki sabah, güneşle beraber yeniden doğuyor. Bu hisse kulak vermekten başka bir şey yapamıyorsun. Yanında sevdiğin kadının nefes alış verişi senin için şaman davulu gibi. Aynı tonda ve aynı hızda. Bu iyi. Demek ki kötü bir rüya görmüyor. Ama bu ritim seni de daha derinlere itiyor. Gözlerini ayıramıyorsun saçlarından. Her teliyle ayrı ayrı konuşman gerekiyormuş gibi hissediyorsun. Anlıyorum. 

    Yataktan çıkmak ihanet gibi görünürken sigara paketinden dışarı çıkmaya çalışan sigarayı görüyorsun. Onunla göz göze gelmiş olmanız ikinizi de kışkırtıyor. Sadece sevdiğin kadını değil, uyuyan hiçbir şeyi uyandırmamaya dikkat ederek yataktan çıkıyorsun. Sigara paketindeki dostunu iki parmağının arasına alıp üst kattaki terasa yürüyorsun. Merdivenleri çıkmadan önce son kez bakıyorsun ona. Saçının sarıya boyattığı küçük bir kısmı sana göz kırpıyor. Onu sarıya emanet edip parmaklarının arasındaki dostunla konuşmaya gidiyorsun. Kısa bir konuşma sonucunda bu meseleyi halletmeyi planlıyorsunuz. Terasta seni bekleyen çakmakla parmaklarının arasındaki sigarayı tanıştırıyorsun. Çünkü biliyorsun ki her sigara bir kez çakmakla tanışacak kadar yaşar. Bugün olanları düşünüyorsun. Hayatındaki bin bir tane saçmalığı. Hepsi kolayca atlanabiliyorken onun kalbini kırmış, onu üzmüş olmanı atlayamıyorsun. Sigara bu problemi anlayıp kendisini yok etmeye çalışıyor. Kolay değil tabii böyle bir şeyle yaşamak. Uyumadan önce seni sevdiğini söylediğini düşünüyorsun. İşte bu seni hayata bağlıyor biraz daha. Sigara yok olmak üzere. Onu uzunca bir süre uyuması için kül tablası ile tanıştırıyorsun. Kül tablası sigarayı misafirperverce karşılıyor ve ona yatacağı bir yer sunuyor. Sen de bunlar gerçekleşirken sevdiğin kadının seni sevdiğini söyleme şeklini binlerce kez tekrar yaşayıp onun sevgisini dile getirişine bir kez daha aşık oluyorsun.

    Tavandaki patlamak üzere olan ampulün mors alfabesiyle bir şeyler söylemeye çalıştığını fark ediyorsun. Ancak mors alfabesi bilmediğin için kendini suçluyorsun. Teras katındaki bitkilerin hepsi bu duruma biraz içerliyor. Sen de istenmediğin yerde durmamaya karar veriyorsun. Gözüne kestirdiğin merdivenleri yavaşça iniyorsun. Merdivenleri inmeyi bitirdiğinde sana ilk sarı saçlar selam veriyor. Bu seni mutlu ediyor. Sevdiğin kadının hala sakince uyuduğunu görmek huzurlu bir his. Bunu da biliyorsun. Yatağın sana ait tarafına kibarca dahil oluyorsun. Ayakların soğuk olduğu için ona dokunmamaya çalışarak uykuya dalmayı hedefliyorsun. O sırada yatağın hafifçe sarsıldığını fark ediyorsun. Sana doğru dönüyor, bu gezegende her şeyden daha değerli bulduğun kadın. Yavaşça uykulu gözlerini açıyor. Sana bakıyor. Aklında binlerce korkunç senaryo oynamaya başlarken "Seni seviyorum sevgilim" cümlesini duyuyorsun ve parmak uçlarında havai fişekler patlıyor. Dudaklarına bir öpücük kondurduktan sonra sana sarılıp uyumaya devam ediyor. 

    İşte o an düşüncelerine gerçek yollar bulmaya başlıyorsun. Farkında olmadığın bazı gerçeklikler olduğunu anlıyorsun. O seni seviyor ve üzüntüsünü unutuyor ancak sen onun üzüntüsünü unutmasına inanamıyorsun. Koskoca denize değil denizin yarattığı dalgaya şaşırıyorsun. Aptallığına gülümsüyorsun. Sevdiğin kadının kokusunun ciğerlerine dolmasına izin veriyorsun ve uykuya dalıyorsun. Çünkü güneş size doğacak.

09 Mart 2014

Aslında...

  Üç saat önce biten ilişkisini en güzel şekilde taçlandırmak adına her türk gencinin yapacağı gibi çok içti. Çünkü erkekler kafaları yerindeyken "Ben onu çok sevmiştim!" diye haykıramaz. Sabri kafası güzelken de haykırmaz. O, içkisini içer, sonra gider yatar. Babası memur değil ama Sabri memur gibi içmeyi kendi kendine öğrenmiş. Gerçi babası içki de içmez. Sonuçta konu Sabri'nin babası değil. Yeterince içki içtikten sonra tabakasını çıkarıp bir sigara sardı. Yeterince içki içine kadar da saat yeterince geç olmuştu bile. Sigarasını kül tablasının tam kalbine basıp yatmaya gitti. Terkedildiğini düşünmeye fırsatı kalmadan uyuyakaldı. Zaten kalanlar gideni aratır derler. Demeseler bile demeliler. Bazen içki içmenin en güzel etkisi de bu olur işte; düşünmemek. Sabri ya düşünmemek için ya da üzülmemek için içti. Kendisi de bilmiyordu.

  Saat sabahın yedisiydi ve dünyanın en çirkin sesli kuşunun sesiyle süslenmiş kapı zili ötmeye başladı. Alacaklı gibi ötüyordu kuş, Sabri kapıyı duymuyordu. Bu bir süre böyle devam etti. Alacaklı kuş susmayınca Sabri uyandı. Olmayan kedisini uyandırmamaya gayret ederek yataktan kalktı. En uykulu haliyle kapıda dikilen en yeni eski sevgilisine baktı. Dünyanın en uzun üç saniyesi boyunca sustular. Saat sabahın yedisiydi. Bir an dün gece ayrıldıklarını unutup ikisi de aynı anda sarılmak istediler ama olamazdı, çünkü ayrılmak sarılmamayı gerektiriyordu. Sabri dünyanın en güzel pijamalarına sahip en yeni eski sevgilisini içeri davet etti. Aynı anda eski sevgilisi de onu dışarı davet etti. O an kapı eşiği anlaşmalı boşanmaların ve şiddetli geçimsizliklerin mahkemesi, kapı da en sağlam avukatı olmuştu. Sabri hırkasını aldı. Önceki gün sarılarak bindikleri asansöre birbirlerine bakamayarak bindiler. Binadan çıkıp en yakın kaldırımda durdular. Çünkü yürüseler gidecek yerleri yoktu. 


  Kaldırımda yapılması gereken tek şey vardı. Nefret etmek. Ortada bir ayrılık varsa nefret de olmalıdır. Yoksa kapılar açık kalır. Kapılar açık kalırsa cereyan yapar. O da insanı hasta eder. En çok da geçmişi hasta eder. Kanser olur. Bir çok kanserli insan tanıyorum. 

  Birbirlerine kaldırımın uzunluğunca kızdılar. Onları kaldırımdan başka sadece işçiler duydu. Sekiz-dört çalışan ve uykusunu alamayan işçilerin yapacağı en son şey sokakta tartışan bir çifte karışmak olurdu. Onlar da bunu biliyordu. Sonunda Sabri dayanamadı. Evine gitmeye karar verdi. Ayrı yönlere doğru istemeyerek yürüdüler. Sabri asansöre yalnız bindi, eve yalnız girdi, yatağına yalnız başına uzanacakken kapı ziline gömülü dünyanın en çirkin sesli kuşu tekrar çığlık atmaya başladı. Sabri sabırla kapıyı açtı. Biraz da evde, hatıralarının üzerinde kavga ettiler. Sonra yorulup oturdular. Birer sigara yaktılar ve sarıldılar. Hiç konuşmadan uyudular. Uyandıklarında hatırladıkları tek şey vardı: Bazı şeyler eskisi gibi olmaz ama eskisinden daha iyi olabilir. 

Emin Eren
09 Mart 2014 Pazar 01.31

30 Temmuz 2013

William S. Burroughs - Junky

EROİN İÇİN EKSİKSİZ BİR METİN


*Uyuşturucu bağımlısı olursun çünkü başka bir şey olmak isteyecek kadar güçlü bir motivasyonun yoktur.

*Eroini bıraktığınızda, ölmeye başlarsınız. Bağımlı asla bırakmaz. Çünkü bağımlı düzenli olarak temizlenir, bu da organizmanın küçülmesi ve eroine bağımlı hale gelen hücrelerin yenilenmesi anlamına gelir.

*Ben, eroin kullanarak epeyce şey öğrendim; morfinin damladığı iğne deliğinden hayatın aktığını gördüm. Eroin yoksunluğunun yarattığı sancılı mahrumiyeti, eroine susamış hücrelerin iğneye kavuştukları zaman nasıl rahatladıklarını öğrendim. Belki de alınan tüm zevk bu rahatlama duygusundan ibarettir. Hepsi kendi sefaletini yaşayan bir hücre dolusu sessiz ve hareketsiz bağımlı gördüm. Şikayet etmenin ya da bir yere gitmeye çalışmanın anlamsızlığının farkındaydılar. Hepsi hiç kimsenin bir diğerine yardım edemeyeceğini biliyordu. Bir başkasının size verebileceği bir anahtar, bir sır yoktur.

*Eroin, esrar ya da alkol gibi, hayattan alınan keyfi artırmaya yarayan bir araç değildir. Eroin öylesine bir alışkanlık değildir. Eroin bir yaşam biçimidir.

*"Bu aralar bulmak zor" dedi, bacağında damar arıyordu. Sonunda buldu ve sıvıyı, hava kabarcığı ile birlikte enjekte etti. "Hava kabarcıkları insanı öldürseydi, bir tek bağımlı bile hayatta kalamazdı" dedi, pantolonunu çekerken.

*Artık 130. Caddede bağlantıyı bekleyen eroinmanlar yok. Bağlantı başka bir yerlere gitti. Ama eroini hala orada hissedebilirsiniz. Köşede çarpar suratınıza, cadde boyunca takip eder ve ardından, siz yolunuza devam edince, hayal kırıklığına uğramış bir dilenci gibi peşinizi bırakır.

*Kimi zaman şanslı bir adama denk gelmek talihsiz bir adamın gidişatını değiştirebilir ama işler çoğunlukla bunun tam tersi olur.

*Her iğne yaptığınızda eroin oranını biraz artırır, kendi kendinize de "bu istisnaydı" dersiniz. Neticede eroin biter, alışkanlık kalır.

*Bir mahallede eroin olup olmadığını mahallenin görüntüsüne bakarak anlamıyorum. Bu bir tür his, yeraltında su arayan birinin suyun olduğu yeri tespit etmesi gibi. Öylece yürüyorum ve birden hücrelerimdeki eroin hareketleniyor ve "Eroin burada!" diyor.

*Vadide ekonomik yasalar, lisedeki cebir dersinin formülleri gibi işler; insan faktörü söz konusu değildir. Çok zengin olanlar giderek daha da zenginleşir, geriye kalanlar ise giderek sıfırı tüketir. Büyük işletmeciler becerikli, merhametsiz ya da girişimci tipler değildir. Bir şey söylemelerine ya da bir şey düşünmelerine gerek yoktur. Sadece yerlerinde otururlar ve para akmaya devam eder. Ya büyük işletmelerle aynı düzeye gelmeniz gerekir ya da size verecekleri herhangi bir işi kabul etmeniz. Orta sınıfın payı giderek daralıyor ve ancak bin kişiden birinin sınıf atlama ihtimali var. Büyük işletmeciler ev sahibi, küçük çiftçiler ise oyuncu. Oyuncu oynamaya devam ederse beş parasız kalıyor, ama oynamak zorunda, yoksa Hükümet onu hükmen yenik sayıyor. Vadinin tüm bankaları Büyük İşletmecilere ait, çiftçi bankaya gittiğinde, banka malına el koyuyor. Bu şekilde devam ederse, yakında tüm Vadi, Büyük İşletmelerin mülkü olacak.

*Petrol arayan yerbilimci nasıl belirli kayalara bakarak doğru yönü tayin etmeye çalışırsa, eroinin nerede olduğunu da belirli işaretlere bakarak bulmaya çalışırsınız. Eroin genelde varlığı belirsiz yerlerde ya da geçiş bölgelerinde bulunur: New York, Üçüncü bölge yakınındaki on dördüncü Batı bölgesi; New Orleans'ta Poydras ve St. Charles; New Mexico City'de San Juan Letran. Takma kol bacak, peruk, dişçilik malzemeleri, parfüm, pomat, krem satan dükkanların, ne iş yaptığı tam anlaşılmayan iş kollarının varoşa temas ettiği noktalardadır eroin.

*Bir kullanıcının, isterse eroini on yıldır bırakmış olsun, bir eroinman olduğunu anlarsınız. Eroin izi kalıcıdır.

*Bazen bir rüyadan uyanır ve "Tanrı'ya şükürler olsun, gerçekten öyle bir şey yapmamışım!" dersiniz. Kayıp bir zamanda olanları bir araya getirmeye çalışırken, "Tanrım, gerçekten yaptım mı öyle bir şey?" diye düşünürsünüz. Bunu söylemekle düşünmek arasındaki çizgi neredeyse belirsizdir. Bunu söylediniz mi yoksa sadece düşündünüz mü?

*Bazı insanlar vardır, eroinmana benzerler ama aslında değillerdir. Aynen bazı insanların ibneye benzemeleri ama aslında ibne olmamaları gibi. Bu sorun yaratan bir tiptir.

30 Haziran 2013

Öldürmek De Ölmek Kadar Cesaret İşidir

  Tişörtüm tamamen kan olmuştu. Ayakta duracak gücüm yoktu ama koşmak zorundaydım. Elindeki silahla ardımda koşan adamın neden beni kovaladığını bilmiyordum. En azından omzuma bir kurşunun soğukluğunu gömmeden önce konuşabilirdi benimle. Koşuyordum. Bir yandan da kime ne yapmış olabileceğimi düşünüyordum. Neredeyse iki haftadır evden çıkmamıştım. Yiyecek bir şeyler aldığımda, aldıklarımı eve getiren bakkalın çırağına da yanlış bir şey yapmamıştım. "Teşekkür ederim"den başka cümle kurmamıştım. Daha önce de kimsenin tavuğuna kışt demişliğim, etliye sütlüye karışmışlığım yoktu. Hemen durup, "Ben bunu haketmiyorum lan!" diye bağırmak istiyordum. Fakat durduğum an kıçıma bir mermi yiyebileceğimi bildiğim için sığınacak bir yer arıyordum. 

  İlk sigaramı içtiğim gün bunu yaşayacağımı öngörebilseydim kesinlikle o sigarayı içmezdim. Hatta bana satmak üzere olan herifi de öldürebilirdim. Sanırım bu kovalamacada sigara içen taraf sadece ben değilim dedim. Çünkü aradaki farkı açmayı başarmıştım. Bir apartmana girdim ve kapının kapanmasını bekledikten hemen sonra olduğum yere çöktüm. Omzumdaki yarayı düşünmektense neden bu durumda olduğumu düşünmeye başladım. 

  Altı yıl önce eski sevgilimle yemek yerken şu an hatırlayamadığım bir sebepten dolayı masadan kalkıp gitmiştim. Biraz içip eve gittikten sonra, eve benden önce geldiğini görmüştüm. Kavga etmeye başlamıştık. Önce bir iki tokat yemiştim fakat etkilememişti. Alkolün de verdiği cesaretle bir tokat atmıştım. O giderken orospular ve orospu çocukları havada uçuyordu. Canım yanmıştı. Terkedilmiştim. Berbat günler geçirecektim. Ama birinin beni vurmasını gerektirecek kadar yeni bir olay değildi bu. Hangi olay birinin beni vurmasını gerektirebilirdi ki?

  Biraz daha yakın zamanda kitap basmıştım. Yaklaşık iki yıl kadar önceydi. Yayınevinin sahibiyle şiddetli bir tartışma yaşamıştım ve bir kaç tehdit telefonundan sonra konu kapanmıştı. Birbirimizi öldürecek kadar büyük bir şey değildi. 

  Unuttuğum bir şeyler olmalıydı. Ya da bu güne kadar sustuğum her şey için kendime küfretmeliydim. Ölmeyi istemediğiniz bir anda ölmektense her an ölmeyi isteyerek cesur davranmak daha akıllıca. İnsan korkusunun özü ölümdür. Ölümden korkmazsan devrim bile yapabilirsin. Bu güne kadar böyle sessiz sakin bir adam olmasaydım bugün bu mermiyi yedikten sonra kaçmayacak ikincisini de onurla vücudumda taşıyacaktım. 

  Fazlasıyla kan kaybediyordum. Hayatta kalmam için tıbbi müdahale yapılması gerektiğini düşünmeye çoktan başlamıştım. Biraz sargı bezi yeterince tıbbi göründüğü için tişörtümün kolunu kopardım ve filmlerde gördüğüm üzere koluma sardım. Fakat acısı filmlerde gördüğüm gibi değilmiş, onu anladım. Daha fazla saklanamazdım. Apartmandan çıkıp adama saldırmaya karar verdim. Ama önce işime yarayabilecek bir silah bulmalıydım. Arkamı dönüp apartmanın içinde bir kaç adım ilerledikten sonra bir odun buldum. Odun ismini hakeden bir parçaydı. Ardından kapıya yöneldim. 

  Dışarı çıktığımda sokakta hiç kimse yoktu. Bu hem neredeyse sabah olmak üzere olduğundan hem de bulunduğum yerin çok küçük bir mahalle olmasından kaynaklanıyordu. Adamın yürüdüğü tarafı bilmiyordum ama yürüdüm. Artık daha az korktuğumu düşünürken beni kolumdan yaralayan adamın kaldırımda oturmuş ağladığını gördüm. Aynı zamanda silahı kafasına dayamıştı. Yaklaştığımı görünce silahı bana doğrulttu. Bir an için ateşlemesinden çok korktum. Fakat öyle bir şey yapmadı. Silahı tekrar kendi kafasına dayadı.

  Sakince yaklaştım. Yanına oturdum. Kolumu göstererek "Neden?" dedim.
"Yazdığın kitap" dedi. 
"Nasıl yani? Kitap yüzünden mi bu hâldeyim?" 
"Eğer o kitabı yazmasaydın ben eskisi gibi olacaktım. Sen o kitapta beni anlattın. Ben artık farklı bir adamım. Kendimi aynadan görmek gibiydi yazdıkların. Bilmek çok zor. Canım yandı. Seni öldürmek istedim. Bunu yapabilecek bir adam değildim ama ilk defa bir şeylere cesaret ettim. Özür dilerim."
  
  Bütün bunları dinledikten sonra "Ben..." demiştim ki sokağı baştan aşağı sese boyayan bir gürültüden sonra yüzümün sağ tarafı kan, bacaklarımın üzeri ise kemik ve beyin parçalarına boyanmıştı. 

  Eve gidip uyanmayı düşünüyordum.

Emin Eren 
30 Haziran 2013 Pazar 01.03

25 Haziran 2013

Kanat Güner - Eroin Güncesi

*Elimde enjektör, öylece kalakaldım. Çok klasikti ama ben de arkamda bir şeyler bırakmalıydım. En azından ölümü tercih ettiğimi bilmeliler diye düşündüm.

*İçmek istiyorum! Düşüncelerimden yorgun düşmek istemiyorum, yaşadıklarımdan mutlu olmak istiyorum.

*Neden her şey güzel olmaz yaşamak bu kadar güzelken.

*Freud Türkiye'de olsaydı nutku tutulur, fortçu olur çıkardı.

*Hepimiz görünürde iyi aile çocuklarıydık ama gerçekte bizi çıkmaza sokan bu iyi ailelerimizdi. Toplum normlarını uygun  çocuk yetiştirmeyi  reddedip, bize bazı özgürlükleri tanımışlardı. Biz ise bu özgürlükleri bu toplumda kullanamıyor, düşündükçe kendimizi farklı hissediyorduk.

*Aşağılanmayı kabul etmek dünyanın en zor işidir.

*Ne bileyim, adını koyamadığım o kadar çok yanlış var ki bana doğurmamı değil ölmemi, öldürmemi söylüyor.

*Ama ne demiş adamın biri: İntihar, umutsuzluk ile cesaretin kesiştiği yerde gerçekleşir!

*Hayal kurmak, çamaşır suyu içmek kadar zor!

29 Mayıs 2013

Enis Batur - Koma Provaları

... 
Yayılmaya aday bir hastalıktım, kaçkındım
kapatıldığı adaya sığamayan, tuzla buz arası kararsız,
kötücül, amaçsızdım. Sığındım mı buraya, sığdırıldım.
...

...
İçimdeki ağrıya sakınola denk gelmeyin.

Şenol Erdoğan - FÜG İntihar Notları


  Yazar, bir şeyhten bahsediyor; ismi dilime yabancı bir unutulmuşluk... Hac vakti Mekke'ye geliyor, inandığı tanrısının "ev"ine. Geçiyor Kâbe'nin karşısına, bir bıçak çıkartıyor; önce sağ elini, sonra sol, bileklerinden kesiyor, kanlar boşalıyor damarlarından, yere yığılıyor ve can veriyor "Beyt"ullah'ın önünde.

Fotoğraf ve K.

Bazen yolun kenarından renksiz duru sular akar.
O sularda balık da vardır.
Yolun yardığı tepelerin biri yeşil toprak diğeri bej olabilir.
Su aktığı yerin rengine bürünmez.
Ama sana öyle gelebilir.
K.

Yarım

  


















  
  
  Akşam yarım bıraktığı sigarayı sabah kahvaltıdan önce yakan bilir bazı duyguları. Bir alışkanlık değil, ruh halidir bu. Gece uyumaya, sabah uyanmaya hali olmayanın ruh hali.

Emin EREN

28 Mayıs 2013

Fotoğraf


Emrah Serbes - Hikayem Paramparça


Matkapla göğsünün ortasına açılmış bir pencere düşün. Perdeyi aralayıp kendi yarandan bakıyorsun dünyaya. Eskisi gibi acımıyor ve asıl bu acıtıyor.

20 Mayıs 2013

Otoyol Şehre Gitme


  Sahipsiz bir otoyolda seyir halinde olan bir yayaydım. İki ayağım vardı ve ayaklarımın işlevine yakışır bir biçimde üç gündür yürüyordum. Sonra durdum, sonra öldüm, sonrası yoktu. Aslında sonrası olmayan bir zaman diliminde başladı herşey. Gri bitkilerin, gri topraktan değil gri gökyüzünden geldiğine inanmaya başladım. Beni bir trene aldılar. Tren beni aldı.

  Bazen zaman biter; zaman bittiğinde bitmeyen şeyler olabilir. "Bazen" kelimesi zamanla ilgilidir.

  Demir yolları plastik olduğu kadar acıydı da. Bu nedenle yolculuğum uzun sürmedi. İndim bir yeraltı kasabasında. Bütün çabalarım hayatsızlığı gözlemlemek içindi ama yaşam ve ölüm bırakmıyordu bir türlü birbirini. Hiç görüşmemiş çok yakın iki arkadaş gibiydiler. Ben de henüz başlamadıkları sohbeti bölmedim. Yürüdüm, kalın bir kitap kadar. Bir otoyol yoktu artık. Haliyle bir sahipsizlik de yoktu. Bazen bir otoyol olup sahiplenilmeye ihtiyaç duyar insan ve o anda herşey tanrı olabilir. Dikkatli baktım çevreye. Hangi dinde dua etmem gerektiğini bilmiyordum. Hangi dilde dua etmem gerektiğini de bilmiyordum. Dua ettim.
  
  Bunlar olurken gri gökyüzünden bir yaprak düştü, dünyanın en mahrem yerini örtmek için. 

  "Bütün içki şişeleri bir gün sizi affedecek!" yazılı bir tabelanın önünde durdum. Şehir bulmak istedim, kayboldum. Kadın, yoktu. Tütün vardı ve henüz kimseye sarılmamıştı.

Emin EREN
20 Mayıs 2013 Pazartesi 17.44
 

25 Mart 2013

Memnun musun?


  "Neden yaşıyorsun?" dedi. "Yaşadığım hayatın ve yaşamın içindeyim, bunu bana sorman doğru olmaz." dedim. Anladı. Sustuk. İçkisinden bir yudum daha aldı. Ne içtiğini bilmiyordum ama içtiği şeyin rengi tam o sırada batmakta olan güneşin bulutların üzerinde bıraktığı renkle aynıydı. İkimiz de farkındaydık sorularına net cevaplar almayı sevmediğinin fakat bunu hiç dile getirmemiştik. 

  Sandalyeler gereğinden fazla yüksekti. Bununla birlikte masa da sandalyelerle aynı oranda yüksekti. Gitmek istedim oradan ve "Gidelim." dedim. Nereye gitmek istediğimi sormadı. Çıkarken hesabı o ödedi. Kasadaki herif hayatından memnun değildi ve onu bu acıdan kurtarmak için o an onu oracıkta öldürmeyi planladım. Gerçekten, tüm detaylarıyla birini öldürmeyi düşündüğüm ilk sefer sayılırdı. Daha önce de birilerini öldürmek istemiştim ama ilk defa bu kadar istekliydim. 

  Sakince masalardan birinde duran dev bira bardaklarından birini aldım, kasaya doğru yürümeye başladım. Az önce yanımda duran ve o an hesabı ödemekle meşgul olan kadın, arkasını dönüp gözlerimin içine baktı ve asla yapmayacağımı düşündüğü şeyi asla aklından geçirmeyecek gibiydi. Herifi öldürme ihtimalimi aklından geçirdiği sırada ben de kasanın önündeydim. Sağ elimle herifi yakasından tutup kendime çektim, sol elimle dev bira bardağını kafasında kırdım. O sırada, o kalınlıkta bir bira bardağının nasıl kırılabildiğini düşünmekten yaşadığım zevkten bir nebze mahrum kalmış olsam da yapmaya başladığım işe devam ettim. Kırılan bira bardağını herifin gırtlağına sapladım, tekrar hareket edecek gücü kendinde bulamadı. Tüm bunların olduğuna şahit olan barmen yaşadığı kısmi felçten kurtulup üzerime koşmaya başlamadan önce adamın kulağına "İşte kurtuluyorsun, sakin ol. Birazdan bütün acıların dinecek." dedim ve hareket etmek üzere olan dudaklarını elimle kapattım. Barmen o sırada elindeki beyzbol sopasını kafama geçirmek üzereydi, sopa havadayken elimi kaldırdım, sanırım o an bileğim kırıldı. İkinci darbesi ise hiç şüphesiz suratıma oldu ve yere yığıldım. Kasanın üzerinde durduğu masanın çekmecesinden markasını, modelini veya kaç mermi aldığını bilmediğim bir silahı çeken barmen insanlığı büyük bir salgından kurtaracakmış gibi kahramanca ve şüphe etmeden tetiği çekti. Ardından "İşte kurtuluyorsun, sakin ol. Birazdan bütün acıların dinecek." dedi.

  Bütün bunların yaşanmış olup olmadığını tam olarak bilmiyorum. Çünkü bardan çıkarken oldukça sarhoştum ya da sarhoş olduğumu sanıyordum. 

  "Daha önce bir yerlerde ölmüş olabilir misin?" diye sordu. "Hepimiz daha önce öldük ve hepimiz daha önce doğurulduk." dedim. Yürümeye devam ettik. Yanından geçtiğimiz bankta bir çift öpüşüyordu. Zaman yeterince hızlı ilerleyemediği için biz de ilerleyemedik ve öpüşmeye başladık.

  Her yer yeterince bulanık görünüyordu ve hava sisliydi.

Emin EREN
25 Mart 2013 Pazartesi 03.16

25 Şubat 2013

Çay Ve Kötü Dilekler


En kötü sesli adamların şarkılarını
Dinliyorum şimdi
Söylemek istediklerimi söylemişler hep
Bazen geceleri uyumadan önce
Tek dileğim aslında saçlarına
Hiç dokunmamış olmak oluyor
Çünkü eğer dokunmamış olsaydım
Çayı hâlâ şekerli içiyor olurdum
Sigaraya tekrar başlamamış olurdum belki de
Hazır kapına kadar gelmişken 
Çay içsek
Yalnız çay
Şekere ve kaşığa gerek yok

Emin EREN
09 ‎Şubat ‎2013 ‎Cumartesi, ‏‎22.44

Olmayan Şiir Kitabının Olmayan Şiiri Olamamış Şiir


Geliyorum sevgilim
Geç kalmış olabilirim biraz 
Ama iki ekmek alacağım
Sabah bakkala gitmek zorunda kalmayız 
Sabah belki sevişe...
Sabah sabah işe gidiyorum sevgilim
Daha seni öpemeden
Otobüs şoförleri selamlıyorum
Hoşbulduk sevgilim
İstersen bulaşıkları ben yıkayabilirim
Sen yorulma
Yemeği de yaparım
Bir kere de ben yapmış olayım
Patates kızartmasını sen de çok seviyorsun biliyorum
Kendine de bir tabak alsaydın
Sonra film izleriz
Oda çok karanlık seni göremiyorum sevgilim
Film de güzelmiş hani 
Sabah işe gideceğim sevgilim
Sevişecek vaktim yok
İyi geceler sana da
Her nerede yaşıyor ve yaşatılıyor isen.

Emin EREN
09 ‎Şubat ‎2013 ‎Cumartesi ‏‎20.21

Gece


Love minus zero çalıyor,
Telefonu açıyorum,
Ses gelmiyor.
Ardından kafamı yastığa koyuyorum. 
Düşünemeden uyuyorum,
Yorulmuş olmalıyım.
Tekrar telefonu açıyorum
Sinir uçlarım patlıyor.
Sanırım ölüyorum.

Emin EREN
01 ‎Ocak ‎2013 ‎Salı ‏‎19.29

İlk Şiir Adlı Şiir


Turuncu köpükler yükseliyor benden
Arabalar ve binalar boğuluyor
Bedenimi hissetmiyorum ama 
İnsanlar nefes alıyorlar
Veriyolar
Almak istedikleri her şeyi
"Kahraman olabilirim" diyorum
Yanılıyorum
Sigarayı bırakayım diyorum
Tutuyorum
Saçımı okşuyorsun
Üzülüyorum
Dokunayım gökyüzüne diyorum
Çingeneler ölüyor
Sen yürüyorsun
Saçların tahmin ettiğimden daha uzunmuş

Emin EREN
28 ‎Aralık ‎2012 ‎Cuma 18.07

30 Ocak 2013

Bar 3

Bar 1
Bar 2


  Uyandı. Başında üç çöpçü vardı. Tek kelime etmek istemedi. Hemen ceketini aldı. Hızlı adımlarla uzaklaştı oradan. Uzaklaştığında arkasına döndü ve yeşil tulumlar giymiş üç çöpçünün arkasından ona baktıklarını gördü. Bir kaç saniye daha baktılar sonra da yerleri süpürmeye devam ettiler.

  Saatin kaç olduğundan haberi yoktu. Muhtemelen öğlene geliyordu. Karnının acıktığını farketti. Bir şeyler yemeliydi fakat cebinde hiç parası yoktu. Yürüdüğü yolun karşısında bir süpermarket gördü. Karşıya geçti, markete girdi. Hayatında ilk defa böyle bir şey yapacaktı. Yalnız ve amaçsız olması bunu yapmasını kolaylaştıracaktı tabii. Hemen arka reyonlara doğru ilerledi. Bir kaç kek, küçük bir kaşar peyniri ve küçük bir salam aldı. Başka bir reyona doğru ilerlerken hepsini cebine attı. Çok belli oluyorlardı. Ellerini de cebine soktu ve çıkışa doğru ilerlemeye başladı. "Alışverişsiz çıkış" yazan tabelanın altından geçti. Kapıya geldi ve arkasına baktı. Kimse bir şeyler çaldığını anlamamıştı. Yakalanmaktan çok korkmuştu. Ayrıca "Alışverişsiz çıkış" tabelasına da sinirlenmişti. Alışveriş yapmayan insanları alışveriş yapanlardan ayrı bir kısma sürüklemek doğru gelmemişti ona. "Kasalarda para ödeyip çıkmak çok büyük bir onur zaten." diye geçirdi içinden.

  Dışarı çıktığında biraz yürüdükten sonra bir yerlerde durup yemek yemeyi planladı. Çaldıkları onu bir süre idare edecekti. Bu şekilde karnını doyurarak ilerleyemeyeceğini biliyordu. Fakat yarın ne olacağını kimse bilemezdi. Yola devam etti. Biraz ilerde bir park görünüyordu. Parka gitti. Pek büyük bir park sayılmazdı ama etrafına bakınca görebildiği şehre uygun bir parktı. Yeterince ağaç vardı ve yeterince zamandan uzaktı. Parkın tam ortasında boyacı çocuklar ayakkabısını boyatmak isteyen takım elbiseli adamların ayakkabılarını boyuyorlardı. Geçmişte ayakkabı boyacılığı yapmış kadar samimiydi çocuklara bakarken. Parkın kenarındaki ağaçların arasına doğru yürüdü. Bir ağacın altına oturdu ve cebindekileri çıkardı. Çocuklardan biri koşarak yanına geldi ve "Ayakkabılarını boyayayım mı abi?" diye sordu. O da elini hayır anlamında kaldırıp çaldığı keklerden birini uzattı. Çocuk keki aldı ve uzaklaştı. Giderken arkasına dönüp ona bir kez daha baktı. Çocuk gülümsüyordu.

  Yemeğini yedikten sonra yürümeye devam etti. O Buddha olmaya yürüyen Siddharta gibiydi. Yürüyordu. Anlamlandırıyordu. Düşünmüyordu. Yolları hissediyordu. Belki de bundan sonra yoluna yürüyerek devam etmemeliydi. Otostop çok cazip bir fikir gibi geliyordu. Fakat bunda çok kararsızdı.

Emin EREN
30 Ocak 2013 Çarşamba 17.41

21 Ocak 2013

Turgut Reis'in Anlattığı Kendinden Emin ve Onurlu Yusuf Peygamber'in Özgürlük Mücadelesi


  Hepimizin evi denize nazırdı fakat biz denizi evlerimizden değil, oturduğumuz sitenin tam ortasındaki ahşap çardakta oturarak izlemeyi daha çok seviyorduk. Çünkü sigara içerken babamız bilmiyormuş gibi davranmak zorundaydık. Zaten evde içseydik ev kokardı, o zaman da annelerimiz kızardı. Her halükarda akşam yemeğinden sonra dışarı çıkmak zorundaydık. Çıkamadığımız zamanlarda, diğerlerini bilmem ama ben özlüyordum. Sanırım onlar da özlüyordu, çünkü ben çıkmadığım zamanlarda dışarı çıkmam için ellerinden geleni yapıyorlardı. Belki de batağa dördüncü lazım oluyordu. 

  Gündüzleri de dışarı çıktığımız oluyordu. Fakat bunun gerçekleşmesi daha çok koşula bağlıydı. Gerekenler; can sıkılması, derslerin iyi olması, aileyle bir yere gidilmiş olmaması ve en az bir en çok dört kişinin çıkmış olmasıydı. Hepimiz farklı çocuklardık. Farklı aile yapılarına sahiptik. Mesela birimizin babası alkolikti, diğerinin baskıcıydı, birininki mafya ortağıydı, bir diğerinin eski solcuydu. Zaten yeni solcu olmaz. Bu yazıda babamdan bahsetmiyorum. 

  Pek bir şey bilmem ama bildiğim kadarıyla zaman dediğimiz şey elinden geldiğince her şeyi düzeltiyor. Dünya'nın kötüye gitmesi dışında. Yine aynı zaman bizi de elinden geldiğince birbirimize benzemeye zorladı. Biz de "Eyvallah" dedik. Karakterlerimiz pişti olmadı ama. Zaten biz pişti değil batak severdik. Hâlâ yeterince farklıyız. Mesela ben çorba sevmem, bir başkamız kola içmez, bir diğerimiz alkol almaz. 

  Yaşadığımız yer varoştan biraz uzaktı fakat hepimiz çocukluğumuzda varoşun ne olduğunu öğrenmiştik. Sonra da gerektiği kadar dışında kalmayı bildik. Yaptığımızın doğru olup olmadığını hâlâ bilmiyorum.

  Çardakta dört kişiydik. Batak oynamayı en çok seven arkadaşımız gelmemişti. Zaten yanımızda kağıtlar yoktu. Babası baskıcı olan ve babası alkolik olan eve erken gittiler. Geceydi, okullar açıktı ve hava annemin "Üstüne hırka al" demesini gerektirmeyecek kadar sıcaktı. İkimiz kaldık. Birer sigara yaktık ve birer bardak Uludağ Gazoz doldurduk. "Aycan diye bir kız var. Aşık oldum." dedi. O sıralar ben de bir kıza aşıktım.

  Karşıda görünen İmralı mıydı, değil miydi? Hâlâ emin değildik.

  Bu yazıda anlatılan olay yaşanmadığından geçmiş zaman kipiyle yazdım. Eğer yaşanmıyor olsaydı şimdiki zaman, yaşanmayacak olsaydı gelecek zaman kipiyle yazardım.

  "Geçmemiş zaman ve gelmeyecek zaman adına." Ö.


Emin EREN
21 Ocak 2013 Pazartesi 16.39

06 Ocak 2013

Daha Dün Annemin Kolları Sıcacıktı


  Sabah ezanı okunurken bir sigara yakıyorum. Çünkü artık hava karanlıkken duyduğum sesler korkunç gelmiyor. Çünkü artık hava karanlıkken ezandan başka sesler de oluyor. Mesela "seni seviyorum" diyorlar bazen bana, bazen de "sen katilsin" diyorlar. Nedenini soramıyorum hiç. Geçen gün İrlandalı aksanıyla konuşulan İngilizce birşeyler duydum. İngilizcem o kadar iyi değil. Gerçi bir İrlandalı Türkçe konuşsa onu da anlayamam ben. Türkçem de o kadar iyi değil.

  Ben bazen Türk olduğum için utanıyorum. Türk olup olmadığımı tam olarak bilmiyorum, araştırmadım ama bana Türk olduğumu söylediler. Aslında ben daha çok insan olduğum için utanıyorum. Belki bir kahve fincanı olsam kahve fincanı olmaktan utanırdım ama henüz hiç kahve fincanı olma fırsatım olmadı. Bazen bunun üzerine düşünüyorum işte. Ben hiç birbirini kıran kahve fincanı görmedim ama çok kahve fincanı kırdım. Komşununkiler dahil değil. Ben hiç yere çöp atan kahve fincanı görmedim ama sokakta çekirdek çitlemek çok zevkliydi. Sigara izmaritleri suçlu değildir.

  Kendimle ilgili birşeyler yazmaktan nefret ediyorum. Bilgisayar klavyesi çok anlamlı sesler çıkarmıyor zaten. Klasik müzik de yeterince efkârlı değil. Dinlemem demiyorum. Ne zaman ekmek almaya gitsem anahtarımı evde unutuyorum. Çocukluğuma inmem gerek, umarım annem kızmaz. 

Emin EREN
06 Ocak 2013 Pazar 06.35

23 Aralık 2012

Annem Diksiyonuma Çok Önem Verirdi


  Sırtımda üç kelime yürüyor. Anlamlarını ve hangi dilde olduklarını bilmiyorum. Kaşındırıyorlar. Kafamı arkaya çevirsem kaçacaklarından korkuyorum. Görmezden gelmek istiyorum ama sesler çıkarıyorlar. Yok sayamıyorum onları. Üstelik etrafta hiç ayna yok. 

  Sanırım arkamdan gelen evsiz adam onları gördü. Görmeseydi beni bu kadar uzun süredir takip ediyor olamazdı. Arkama dönemiyorum. Hem kelimeler kaçacak hem adam farkettiğimi farkedecek. Kelimelerle ne yapmak isteyebilir ki? Hem onlar beni seçmişti. Bendelerdi. Kaçmalı mıyım? Bir evsiz neden bir adamın sırtında duran kelimelere göz diksin ki? Kaçmalıyım evet.

 Üç taneler. Bacaklarını hissedebiliyorum. Saydım. On beş tane bacak hissediyorum. Zaten bir kelimenin beş tane bacağı olur. Bir yerde okumuştum. Eğer kelimeleri korkutursak tekrar dönmeyecekleri yazıyordu. Peri masalı gibiydi ama zaten ben inanmıştım çoktan. Şimdi de korkutmamalıydım onları. Anlamını bilmediğim üç tane kelime var sırtımda. Geziyorlar. Kaşındırıyorlar. Belki de ısırıyorlar.

 Biliyorum bazı yazarlar onları satıyorlar birbirlerine. Köleleri gibi kullanıyorlar onları. Çünkü dün bir tanesini çimenlerde bir adamdan kaçarken görmüştüm. Çok korkmuştu. Sesini duyabiliyordum. Belki sırtımdakiler de birinden kaçmıştır. Saklanacak yer lazım onlara evet. Saklanacak yer. Hem belki onları saklarsam iyi davranırsam bana bir şeyler anlatırlar. Kaçmazlar belki benden. Hem üç taneler. Sayabiliyorum.

 Koşsam düşecekler. Yürüsem birisi görebilir. Hem üç tane onlar. Korkuyorum. Işığımı kapatmayın. Nefes alamıyorum. Üç taneler. On beş bacakları var. Sesimi duymalısınız. Sizden korkuyorlar. Yapmayın.


Emin EREN
08 Aralık 2012 Cumartesi 16.51

10 Ekim 2012

Bar 2


  Sokakta geçirdiği üçüncü gündü. Cebinde hiç parası kalmamıştı ve bunu ancak milyonlarca doları olan birisinin cebindeki parasının bittiğinde umursadığı kadar umursuyordu. Aralarındaki tek fark o banka kullanmıyordu ve zenginler bankaları çok seviyordu. Zaten fatura ödemeye bile gitmezdi. Kapıcıya biraz para verirdi ve kapıcı onun yerine faturalarını yatırırdı. Bu meseleden ikisi de oldukça memnundu. 

  Evden çıktıktan sonra yaptığı ilk iş gidip bir şişe şarap almak olmuştu. En yakın bankta tamamını bitirip yürümeye başlamıştı. Sarhoşken yürümekten garip bir şekilde haz alıyordu. Diğer insanların aksine içki içtiğinde kusmuyordu ama her uyandığında başı ağrıyordu. Üstelik ne içtiği başının ağrıması için farketmiyordu. Bira içtiğinde dahi şiddetli baş ağrılarıyla uyanıyordu. Fakat canının yanmasına aldırmadan her gece düzenli olarak içki içiyordu. Hayatının düzeninin böyle olmasını istiyordu, vücudu buna müsaade etmese bile. Zaten hayatının geri kalanında düzenli olan hiçbir şey yoktu. Belki biraz da müzik dinlemek.

  Ne kadar yürüdüğünü bilmiyordu. Yaşadığı şehrin dışındaydı ve bundan emin olduğunu düşünüyordu. Yok olmak isteyen bir canlı gibi yürüyordu. Yürüyerek yok olacağına inanıyordu ama yok olmadığını fark etti zamanla. Yok olmadığını fark ettiğinde düşünmeye karar verdi. Geçmişini düşünebilirdi sadece. Başka bir şeyi düşünmeyi sevmiyor ve düşünmüyordu zaten. Geçmişine döndü. Kadınlarla arası hiç iyi olmamıştı. Annesi dışında. Zira annesini de 22 yaşından beri yalnızca iki defa görmüştü ve bunlardan sonuncusu dört sene önceydi. Annesi olmayan kadınlarla bir arada çok fazla bulunamıyor, toplumun "sevgili olmak" diye adlandırdığı ilişkileri de en fazla üç defa seviştikten sonra bitirmek istiyordu. Sonrasında barda tanıştığı diğer bir kadın... Sanki hayatının kadınını tüm kadınlarla deneyerek bulmak istiyor gibiydi. Yıllarca başaramayışından olsa gerek şu an yoldaydı. Yürümeyi ve yolları seviyordu. Hep evinden üç durak önce inip evine kadar üç durak boyunca yürüyordu.

  Aniden durdu. Bir kavşaktaydı ve tam karşısındaki billboardlarda yeni çıkan bir türk filminin afişi vardı. Türk filmlerinden nefret ederdi ama bir yandan da Nikola Tesla'ya Türk filmi tadında üzülürdü. Çünkü türk filmlerinde araba çarpan yakışıklı gencin kara talihi Tesla'da da vardı. Hep Edison yüzünden hayatı mahvolmuştu. Hatta bir keresinde oturduğu apartmanın kapıcısıyla birlikte rakı içerken Tesla için ağlamıştı.


  Neden durduğuna anlam veremedi. Ne tarafa gideceğini seçmeye çalıştı. Sağa veya sola giderse geldiği yolu geri gitmekten korktu. Düz devam etmeye karar verdi. Tam karar verdiği anda yorulduğunu farketti.  Kavşağın tam ortasındaki çimenlerle dolu yuvarlak alanı gözüne kestirdi. Oraya kadar zor yürüdü. Ceketini serdi. Üzerine uzandı. Gökyüzüne bakıyordu. Cepleri en az kafası kadar boştu. Etrafta ışık yoktu. Bazen geçen arabaların farları aydınlatıyordu çevreyi. Kavşaktan dönen arabalar onun için etrafında dönüyormuş gibi hissediyordu. Bu hoşuna gitmeye başlamış bile olabilirdi. Arabaların sesleri ve gökyüzündeki yıldızların göz kırpmalarıyla birlikte yaklaşık on iki dakika içinde uykuya daldı. Hava soğuktu. Kış değildi.

Emin EREN
10 Ekim 2012 Çarşamba 00.45